Depar taşına doğru yürürken kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Herkes ikişer, üçer gruplar halinde yarıştan önce son muhabbetlerini ediyor, birbirlerine başarı dileklerini sunuyorlardı. Aralarından bir hayalet gibi süzülüp üzerinde “Dört” yazılı olan bölmenin önüne durdum. Bu rakamı severdim, belki de bugün benim şanslı günümdü kim bilir… Mehmet Ağabeyin uzaktan bana seslendiğini duydum. El sallıyordu. Bu onun bana şans gönderme şekliydi. Kendisi yüzme kulübünün emektar çalışanıydı. Antremanlarda beni tek fark eden, yemeklerde eşlik edip, kimsenin gelmediği yarışlarda yalnızlığımı paylaşan yegane insan. Annemin bir antreman çıkışı beni almayı unuttuğu bir gün tam üç saat benimle kapıda beklemiş; ondan sonra da beni kollar olmuştu. Onu görmek bana iyi gelmişti.Dudaklarıma sıcak bir gülümseme yayılırken, gözlerim tribünlere kaydı. Bugün uzun zamandan sonra ilk kez bu kadar izleyici vardı. Kalabalık oldum olası beni rahatsız ederdi. Uğultunun yoğunluğu kulaklarımı tırmalarken, coşkulu insanların arasında tanıdık bir yüz aradım, ancak bulamadım. Ağzımın içinde hissettiğim kalp atışlarımı kontrol etmeye çalışarak yerimi aldım. Çıkış hakeminin “Yerlerinize” komutuyla düdük sesini duymamam arasındaki saniyeler sırasında ise bana bakan babamla göz göze geldim. Gelmişti! Karşımdaydı! Senelerce ne çok beklemiştim beni izleyeceği bu anı…

Suya atlamamla gerginlik tüm vücuduma dalga dalga yayıldı.  Bu benim üzerimdeki görünmezlik pelerinini atıp, varlığımı ona ispat edebilmek için sahip olduğum son şanstı. Attığım her kulaçta bu düşüncenin zihnimdeki yankılanmasın daha da şiddetlendiğini hissederken, var gücümle yüzmeye çalışıyordum. Kendimi içimdeki seslerle mücadeleye o kadar kaptırmıştım ki, birden diğerlerini ve yarışı takip edemediğimi fark ettim.Sahi ben kaçıncı metredeydim? Yarışın bitmesine ne kadar kalmıştı? Başımı bir anlığına kaldırdım ve o da ne? Önümde hiç kimse yoktu! Nasıl yani sonucu mu olmuştum?

Seneler sonra ilk kez beni izlemeye gelmişti ve ben onu yine hayal kırıklığına uğratmıştım! Beni görmeyen soğuk bakışlarına sonsuza kadar dayanmak zorunda kalacaktım. Saliseler içinde aklıma birinci sınıfta ilk “Özel Öğrenme Güçlüğü” teşhisi aldığım ve öğretmenimin yeterli akademik donanıma sahip olmadığım için sınıf tekrarı yapmamı uygun gördüğü yaz geldi. Aylarca yüzüme bakmamış, bizim gibi başarılarla dolu bir aileden nasıl benim çıkabildiğime inanamadığını haykırmıştı. Herkese yalan söyleyerek, haylazlık yaptığım için sınıfı geçemediğimi anlatmıştı. Hasta diyeceklerine tembel desinler demişti. Oysa ne çok emek vermiştim harfleri öğrenebilmek için.  Zamanla evin içindeki görünmezliğim, okula da yansımış, herkes tarafından fark edilmez olmuştum. Akranlarım derste yaptığım hatalarla eğlenmek dışında beni neredeyse hiç görmemişler; zamanla ben de aralarına katılma isteğimden vazgeçmiştim. Ancak şimdi seneler sonra babama kendimi kanıtlamak istemişken; yine sonuncu oluyordum. Kimsenin görmediği, fark etmediği, hatırlamadığı sonuncu. Diğerleri havuzda değildi, demek ki yarışın bittiğine epey zaman olmuştu. Yokluğum dahi fark edilmemiş olmalıydı. Bir kez daha bununla yüzleşecek gücüm yoktu. Henüz zihnimde olayı tam muhakeme dahi edememişken kendimi kıvranıp, yardım etmeleri için bağırırken buldum. Senelerdir en büyük sığınağım olan suların içinde acemice çırpınıyor, dibe batmamak için büyük bir uğraş veriyordum. İzleyicilerin korku dolu çığlıklar atmaları ile beni gördüklerini anlayıp, gözlerimi kapadım. Bana asırlar kadar uzun gelen birkaç saniyenin sonunda iki güçlü kolun beni sudan çektiğini duyumsadım.

Sanki ruhum bedenimden ayrıldı o an. Yukarıdan bir yabancıyı izler gibi havuz kenarında ilk yardım ekiplerinin müdahalesini beklerken yalancı sancılarla kıvranan, kendinden geçmişçesine ağlayan kendime bakıyordum. Bu ben miydim gerçekten? Bu kadar ileri gidebilmiş miydim? Göz yaşlarımı ağrımın şiddetine vuranlar, etrafımda toparlanmışlardı. “Vah vah” sesleri kulaklarımda yankılanırken, yalanımın anlaşılmasından korkarak gözlerimi sıkıca yumdum. Çığlıklarımda senelerce biriktirdiğim isyanı kusuyordum sanki. Uğradığım haksızlıklar, zorbalıklar, alaylar gözümün önünden bir film şeridi gibi geçiyor ve ben senelerdir çıkarmadığım sesi, bugün suyun kenarında haykırıyordum.

Doktorların müdahalesi ile gözlerimi açtım. Yalanımı anlamamış gözüküyorlardı. Bana sakinleştirici bir iğne yapmışlar, vücut fonksiyonlarımı kontrol ediyorlardı. Birden bir tanesi başımı okşadı “ Ah be yavrum nasıl bir aksilik oldu bu böyle, tam da birinci gidiyordun. Üzülme ama, sende bu yetenek varken illa kazanacağın yarışlar olacaktır” dedi. Doktorun “Birinci” kelimesi zihnimin içinde yankılanırken, kalbim gerçekten ağrımaya, midem bulanmaya başladı. Tüm vücudumu ani bir tireme esir aldı.

Senelerce babam başta olmak üzere herkesin bana bakışlarıyla farklı ve değersiz hissettirdiği bir ailede temelleri atılmıştı içindeki Yalnız Çocuk Modunun. Ailesi tarafından küçümsenen/ kabul edilmeyen biriyle kim bağ kurmak isterdi ki? Zamanla ben büyüdüm bugün on beş yaşında bir genç oldum. Ancak içimde dizlerini ovuşturup, başını bacaklarına gömmüş olan çocuğun imgesi hep benimle kaldı. Yalnız bırakıldığım kalabalıklarda, başarısız akademik hayatımda ve en çok da şeffaflığımla fark edilmediğim kendi evimde… Onunla savaşmayı birkaç başarısız denemeden sonra bırakmıştım aslında. Kabullenmiştim durumu. Kendime yetiyor, diğerleriyle mümkün olduğu kadar az temas kuruyordum. Ama bugün ilk kez babam gelmişti, bir umut doğmuştu seneler sonra belki beni görür diye. Ancak ben içimdeki yalnız çocukla savaşırken, fark etmeden kendimi ona daha da teslim etmiştim.

Yüzlerce meraklı gözü üzerimde hissediyordun. Senelerdir insanlar tarafından ilk kez bu denli “görünür” olup fark edilmişken; kendi içimde hiç olmadığım kadar kadar karanlıktaydım.